MAARİF MODELİNDE DEVRİMCİ RUH YOK
Şu anda yapılmaya çalışıldığı gibi bir uygulama olamaz olmamalı.
Eğitim ve öğretim gibi ülke çapında halkın can damarlarını etkiyebilecek bir yasa çıkarılıyorsa “Sistemi değiştiriyoruz. Türkiye’nin ikinci yüzyılında çocuk ve gençlerimizi belirlediğimiz ilkelere göre yetiştirmek istiyoruz” diyemezsiniz.
Neden diyemezsiniz?
Çünkü Türkiye’de yaklaşık 20 milyon öğrenci ve 1 milyon 154 bin öğretmen var. Yani neredeyse her evde eğitim sürecinin içinde bir vatandaş bulunuyor. Böylece de eğitim sistemi ve uygulanacak yeni müfredatın içeriği herkesin, hepimizin ortak meselesi haline gelir.
Yine, “Biz yaptık, 60 binin üzerinde modelle ilgili görüş belirtildi, 2024 -2025 eğitim döneminde uygulamaya başlanacak. MEB ve Talim ve Terbiye Kurulu da onayladı” cümlesi tartışmaları çoğaltır..
Şimdilik Öğretmenlik Mesleği Yasa teklifi, Ekim ayına ertelendi.
İyi de oldu, bu aradan yararlanarak tüm eğitim ve öğretimle ilgili taraflar hatta STK’lar yeniden oturup çalışmalı ve Maarif Modeli’ne ve hem de öğretmenlerle ilgili düzenlemelere alternatf modeller ele alınmalı..
Sonra da iktidar ve muhalefet partileri gerçek ve çağdaş modeli ortaya çıkarıp uzlaşıyla TBMM’den geçirmek için çaba harcamalı.
Aslında yeni nesiller için ihtiyaç olduğunda ve yeni koşullara göre yenilenmiş bir müfredata ihtiyaç bulunuyor. Ancak bunu gerçekleştirelim derken eskiye ve geriye gitmeye de hiç mi hiç niyetlenmeyelim.
Uzmanlar, eğitim sisteminde belli başlı iki tür müfredat programı olduğuna dikkat çekerken şöyle diyorlar; Birincisi beceri temelli, ikincisi de değerler odaklı. Yeni Maarif Modeli, 100 yıl geri gidip değerler odaklı bir yaklaşım benimsiyor. Oysa modern dünyada değerler eğitimi okuldan alınıp aileye verilmiştir. Bazı değerler aileden aileye değişir.
İHTİYAÇ ANALİZLERİ NEDEN YOK?
CHP’nin eleştirileri de bu noktada başlıyor. Deniliyor ki, “Türkiye gibi kültürel zenginlikler barındıran, siyasi kampları keskinleşmiş bir ülkede okulu kimlik tartışmalarının arenası yapmak zaten kıt olan kaynaklarımızı heba etmek ve okulun diğer yapabileceklerinin önüne set çekmektir. “
CHP Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili Suat Özçağdaş, modelin çağ dışı bir eğitim manifestosu niteliği taşıdığını savunarak, "Bu, eğitim bilimleri çerçevesinde hazırlanmış bir eğitim programı değil, bir dizi ideolojik saplantının yansıdığı bilimsel olmayan politik bir metindir. Eğitimin biliminin geldiği nokta ile uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur" demiş ve eğitimin Türkiye için bir beka sorunu olduğunu söylemişti. Nedenlerini de şöyle sıralamaıştı..
Bu programa yönelik bir ihtiyaç analizi yapılmamıştır. Nitelikli eğitim sistemlerinde, yeni bir öğretim programı geliştirmek için öncelikle ihtiyaç analizi yapılmalı, eski programlarda aksayan yönler tespit edilmeli ve bunlara yönelik düzenlemeler katılımcı ve şeffaf bir anlayışla yapılmalıdır.
Oysa bu programa temel oluşturan hiçbir ihtiyaç analizi kamuoyuyla paylaşılmamıştır. Çünkü yapılmamıştır. Yalnızca ideolojik gerekçelerle kamunun kaynağı, halkın zamanı, çocuklarımızın geleceği çarçur edilmek istenmektedir.
Nitelikli bir eğitim programının hangi eğitim kurumlarına ve eğitim felsefelerine dayandırıldığının belli olması gerekir. Sunulan taslak program içinde yer alan kavramların tutarlılığı yoktur, kavramlar arası ilişkiler çelişkilerle doludur.
Arapça sözcüklerle bezenmiş, anlam bütünlüğünden yoksun, oldukça karmaşık bir ortak metin ve buna bağlı olarak hazırlanan öğretim programlarının uygulanabilirliği de yoktur. Programda sadeleştirilen şeyler de belli. Cumhuriyet değerleri, Atatürk, bilim, sanat ve felsefe programda yer almamıştır..
KÖY ENSTİTÜLERİ NEDEN KURULDU?
Bu yazıyı hazırlarken 1932 doğumlu yani şimdi 90’lı yaşlarını süren, efsane Köy Enstitülü yıllanmış bir öğretmen olan Lütfi Yelkenci ile eğitim sohbeti yaptık.
Yelkenci, kendi hayat hikayesini anlattığı kitabını hediye etti.
Amasra’nın cennet sahil köyü Çakraz’da tatil yaparken Lütfi Dayı’nın kitabını okumak ve onu dinlemek çok iyi geldi doğrusu.
Çoğu büyüğümüz “Köy Enstitüleri yeniden kurulmalı” derler ya, neden böyle düşündüklerini de iyice anladım.
Hemen belirtmeliyim ki, Yelkenci’nin bilmediği hiçbir şey yok. Evini kendisi yapmış, yani inşattan çok iyi anlıyor. Marangozluğu var, ekim dikimi, hayvancılığı, sebze ve meyve tarımını çok iyi biliyor. Yetiştirdiği çiçekleri bir görseniz bayılırsınız.
Sadece bunlar mı, emekli oluncaya kadar öğretmen olarak yüzlerce belki de binlerce çocuğa eğitim, öğretim ve hayatta lazım olacak her beceriyi vermiş. Görevli olduğu ilk okullarda kendisi gibi öğretmen olan eşi rahmetli Firdevs hanımla bina inşaatı da dahil o yokluk yıllarında ders sınıflarını kendileri açmışlar, kışları sobalarla ısıtmışlar okulları…
Fakir çocuklara olanaklar hazırlamışlar, yemek pişirip öğrencilerine yedirmişler.
Bildikleri her şeyi öğrencilerine öğretip hayata karşı donatmışlar.
Şimdiki öğretmenler böyle iz bırakan yıllanmış öğretmenlerden dersler çıkarmalılar.
Amasra ve köylerinde hala Lütfi Hoca olarak eli öpülen, akıl danışılan Lütfi Yelkenci bir köy çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Batı Karadeniz’de de 1930 yıllar Anadolu’nun çoğu bölgesinde olduğu gibi hayat çok zor akıyor o dönemlerde. Ülke Kurtuluş Savaşı’ndan çıkmış elde yok avuçta yok.
Ailesi, 1893 yılında Rize’den göç ederek Amasra’nın Demirci Köyü Baldıran Mahallesi’ne yerleşmiş, Aile büyükleri geçimini denizden sağlıyor. Karadeniz’de yelkenli gemilerle ticaret yapıyorlar. Zonguldak Kömür İşletmeleri’ne maden direkleri o dönemde oradan yapılıyor. 1940’lı yıllarda bunun işletmeciliğini de dedesi ve kardeşleri yürütüyormuş.
Ne var ki, ekonomik koşullar çok kötü. Lütfi Dayı, “Ekmek bulabilmek bile çok zordu. Babam Zonguldak’a maden direği nakleder, dönüşte somun ekmeği getirir, bütün çocuklara dağıtırdı, sevinerek kapışır, katıksız yerdik” diyor.
İlkokul yılları da zor geçmiş Yelkenci’nin…
Kastamonu Gölköy Enstitüsü’ne gidinceye kadar o dönemde her köy çocuğunun yaşadıklarını misliyle yaşamış yani…
Dayısı Nurettin Çakıroğlu’nun desteklerini de hiç unutmuyor.
Çakıroğlu, Bartın Merkez İstiklal İlkokulu’nda Başöğretmen iken yanına alıyor ve 1939 – 1940 ders yılında ilkokula başlıyor.
1939’un Eylül ayında İkinci Dünya Savaşı başlıyor. Ekmek karneye bağlanıyor, her türlü gıdaya ulaşım zorlaşıyor..
O, ikinci sınıfa geçiyor ve okuma yazmayı da öğreniyor. Dayı Çakıroğlu askere gidiyor, Yelkenci de köyüne dönüyor.
1940 yazı bitmiş okullar açılacak, dayısı askerde olduğu için Kurucaşile’deki ilkokula devam etmek zorunda kalıyor.
ALMAN BOMBALARI SAHİLDE
Burada savaşla ilgili bir anısı var ki çok anlamlı..
Türkiye savaşa girmedi ama savaşın kötü etkilerini yaşadı.
Yelkenci yaşadığı bir geceyi hiç unutamıyor. Bunu da kitabında şöyle anlatıyor; “Savaş koşulları iyice ağırlaşmıştı. Elektrik yoktu, gaz bulmak ise çok zordu. Vesika ile gaz dağıtılıyordu. Onun bile ışığının dışarıya sızmaması için pencereler sıkı sıkıya kapatılıyordu. Alman uçakları Kırım’a bombalarını bıraktıktan sonra bizim sahilden dönüyorlardı.. O kadar yakın geçiyorlardı ki, neredeyse sahile ineceklermiş gibi görünüyorlardı.
Sahilde kayalıklara çarpan serseri bir mayın patlamıştı. Gece büyük bir gürültüyle uyandık. Çok korkmuştuk. Kurucaşile sarsıldı. Bazı evlerin camları kırıldı..”
Ve zorlu anılar devam ediyor. Öğretmen olmak için güçlükleri teker teker yeniyor. 16 yaşını yeni bitirmiş bir öğretmen olarak köyüne dönüyor.
KÖY ENSTİTÜSÜNÜ BİTİREN ÖĞRENDİĞİ KÖYÜNE TAŞIDI
Anılarının önemli bir bölümünü Köy Enstitülerinin neden kurulduğuna ayıran Yelkenci, özetle şunları anlatıyor;
“O yıllarda Anadolu, her şeyden yoksundu. Halk sefalet içindeydi. Köylerde okul, su, elektrik gibi hayati ihtiyaçların hiç biri yoktu. Analar, asker oğlundan gelen bir mektubu okutabilmek için kapı kapı dolaşıyordu.
Nüfusun yüzde 80’den fazlası köylerde oturuyor ve tarımla uğraşıyor, ihtiyacı kadar hayvan besliyordu. Toprak kara sabanla işleniyordu. Mahsulün kaderi hava şartlarının uygun gitmesine bağlıydı. En büyük umut yağmur dualarıydı. Halk devlete vergisini bile ödeyemezdi. Vergi tahsildarı vergisini ödeyemeyen mükelleflerin evlerindeki bakır kapları toplardı..
Halkın bu yoksulluk ve sefaletten kurtulması gerekliydi. Bunun için de bilinçlenmesi şarttı. Bu da ancak eğitim ve öğretimle olurdu. Madem ki, nüfusun çoğunluğu köylerde yaşıyordu, öyleyse bu seferberlik de köyden başlamalıydı.
Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un ortak ürünü olan köy enstitüleri, 17 Nisan 1940’ta bu şartlar içinde doğdu. Bu okullar ilkokuldan sonra 5 yıldı. Öğrenciler sınavla alınırdı.
Üç yıllık eğitimden sonra yine sınavlar vardı. Başaran öğrenciler 4’üncü sınıfa geçer, isteyen sağlık koluna ayrılır, iki yıl daha okuduktan sonra sağlık memuru olurdu.
Öğretmen olmak isteyenler de 5’inci sınıf bitirme sınavlarına girer, kazananlar ÖĞRETMEN olarak köy okullarına atanırdı,
Enstitülerde ayrıca zenaat dalları vardı, Demircilik, marangozluk, inşaatçılık, elektrikçilik gibi.
Enstitülerde en önemlisi, köy çocukları dışından öğrenci alınmazdı.
Köy enstitüsünden mezun olan bir genç, öğretmenliğin yanında köyün ihtiyacı olan her bilgi ve beceriyi köyüne taşırdı.
EĞİTİMDE DEVRİM RUHU OLMALI
Lütfi Yelkenci’nin anılarını verdikten sonra gelelim bugünlere..
Şimdilerde 85 milyonluk nüfusun yüzde 90’ı şehirlerde yaşıyor.
Yani iş tersine dönmüş durumda…
Köy Enstitüleri kurulduğu sırada şehirleşme çok düşük. Bu eğitim ve öğretim kurumları görevlerini yapmış bitirmiş..
Bu kurumlar “Devrim ruhu” ile çalışmış ve köylülere böyle fırsat penceresi açmış ve büyük ölçüde de başarılı olmuş. Belki siyasete alet edilmiş ve sonunda kapatılmışlar..
Peki, “Maarif Modeli” ile Türkiye’nin ikinci yüzyılında böyle bir devrim ruhu var mı?
Konuştuğum, sohbet ettiğim uzmanlar ve yıllanmış eğitimciler “Yok” diyor..
Yorumları sizlere bırakıyorum….