GÜNE DOĞRU YAZILAR-VI-
Avludaki Yeşil Gözler ve Zamanın Dili:
Sabahın ışığında, güneşi arkama almışım gibi hissetsem de her adımda beni biraz daha geçmişe çeken yürümekte olduğum toprak yol, hatıraların dokunulmamış, saf bir köşesine açılıyor.
İki yanı yeşilin bin bir tonuyla bezenmiş bu yol, gerçeklikle rüya arasına gerilmiş yağlıboya bir tablo gibi…
Nihayetinde vardığım yer, zamanın yavaşladığı, hayvanların, hatıraların ve yaşlı bir kadının sessiz saltanatının hüküm sürdüğü geniş bir avlu…
O, bu tablonun tam kalbinde, avlunun kuytu bir köşesine oğlunun yaptığı müstakil odasının eşiğinde oturuyor.
Bedeni zamanın ağırlığıyla zarifçe bükülmüş, yüzü rüzgârda kuruyup çatlamış toprağın izleriyle dolu bir harita gibi. Ama bu haritanın ortasında, tıpkı bir dağ gölünün dibini süsleyen yosunlar gibi, yemyeşil iki mücevher parıldamakta: Gözleri... Öyle canlı, öyle diriler ki, o bakışların bir zamanlar nasıl yürekler yaktığını, nice aşklara tanıklık ettiğini hemen sezebilirsiniz.
Müstakil odanın altındaki ahırda, dev cüsseli inekler varlıklarını derin, dingin nefesleriyle duyuruyor. Birlikte olduğumuz bu avlu, bir hayat mektebi adeta. On beş tavuk ve mağrur horozlar, altın sarısı tüyleriyle toprağı eşeler. Yavrulu kediler, oyunlarını onun etrafında kurar, bazen o küçücük, kırışık elinden düşen bir ikramı kapmak için etrafında pervane olurlar. O da bazen, "Haydi gidin şimdi!" der gibi elindeki minik sopayı sallar ama bu kovalamaca düzenli aralıklarla tekrarlan (günün bir ritüeli), sevginin kılık değiştirmiş halidir ki kimse onu ciddiye almaz.
Beni yanına oturttuğunda, o iki yeşil gölün derinliklerinden bir parıltı oluştuğunu sezerim. Sesi, uzaklardan gelen, hüzünle yoğrulmuş bir ninni gibidir.
Ve soruları başlar, bir nehrin dingin ama ısrarlı akışı gibi:
"Sen kimsin yavrum? Ne iş tutarsın? Kimin nesisin?"
"Eşin var mı? Çocukların? Onları çok sev, benim gibi özleme düşme…" -zihni, çoktan kaybettiği eşinde ve uzaklardaki çocuklarındadır.
Her bir soruyu, bir çiçeğe su verir gibi sabırla cevaplarım. "İyi, iyi," diye mırıldanır sonra, duaları kelimelere dökülür. Onu konuşturmak, bu sessiz sinemanın perdesini aralamak benim için bir ziyafettir.
Bazen aynı soruyu defalarca sorar, zira onun için zaman bir döngüdür; geçmiş ve şimdi iç içe geçmiştir. Ben ise asla usanmam. Çünkü biliyorum o, yalnızca soru sormuyor; kendi varlığını, "Ben buradayım!" diye haykırıyor.
Ona, "Ninem, nasıl evlendiniz?" diye sorduğumda, gözleri uzaklara, masalsı bir diyara dalar.
"Bubamın eğerli atı varıdı," der, sesi titreyerek. "Ben daha çocuğudum. Atın üstündeki eyere bindirdi de düğün evine götürüp gelin etti beni."
"Evlendiğin kişi kimdi? Onu tanır mıydın?" diye üstüne basa basa sorarım.
"Obamızdandı, tanırım," der, saf bir sadelikle. Sonra bir bulut geçer o yeşil gölün üstünden. "Çok yaşamadı, daha gencidi, öldü gitti…"
Hüzün, gözlerinden süzülür, o derin çizgilere, çenesine doğru iner. Sanki yılların acısı, taze bir damla gözyaşı olup toprağa düşmek ister.
Çocuklarından, kaybettiklerinden bahsederken, bedeni bir sandık gibi ağırlaşır. Her bir isim bir hazine, her bir kayıp derin bir oyuktur yüreğinde.
Ona biraz daha yaklaştığımda, o küçülmüş göz kapaklarının arasından, iki yeşil mücevher tekrar parlar. İşte o an, zamanın perdesi aralanır. O gözlerde, eyerli bir atın sırtında giden gelinlik bir kız, yeni evlenmiş bir kadın, çocuklarını kucaklayan bir anne görürüm.
O yeşil, bir renk olmaktan öte, bir ömürdür; taşımış, sevmiş, kaybetmiş ve yine de direnmiş bir hayatın ta kendisi…
…
Sohbetimiz, bir çaydanlığın kaynaması kadar kısa sürdü…
Vedalaşırken, "Görüşürüz," dedim. O da başını, bin bir hatırayla dolu o küçücük başını, hafifçe salladı.
Oradan ayrılırken, kulaklarımda şehrin gürültüsü değil, ruhumda o avlunun huzuru vardı; burnumda toz ve saman kokusu, gözlerimin önünde ise zamanın yıpratamadığı o iki yeşil ışık...
Bu satırları okuyan gençler, belki ilk aşkını, saflığın ve bağlılığın ne demek olduğunu hatırlayacak.
Yaşlı okuyucular ise kendi hatıralarının avlusunda dolaşıp, geleceğe bırakacağı o renkli, çizgili, derin izleri görecek…
Bu yazdıklarımı sadece bu haftanın yol hikâyesi sanmayın.
Bu, her birimizin içinde saklı duran, unutmaya yüz tuttuğumuz insanlık tablomuzun bir parçası.
Bu metni okuyan herkes, satır aralarında kendinden bir şeyler bulacaktır.
Çünkü bu hikâye, hepimizin ortak dilidir: Sevginin, hatıraların ve bir zamanların unutulmamış şiiri…















