AB Yüksek Öğretim Sistemi: Ülkemiz için açılımlar ve fırsatlar
Avrupa Birliği, yüksek öğretim sistemini yeni yüzyıla göre düzenleyebilmek için en üst düzeyde çaba harcıyor. Günümüzde AB ülkelerinde 4000 yüksek öğretim kurumu, 17 milyonu aşan öğrenci ve yaklaşık 1.5 milyon çalışan var, ki bunların kabaca üçte biri de araştırmacı olarak istihdam edilmekte. 2010 yılına kadar 700.000 ek araştırmacıya ihtiyaç duyacak.
AB’nin yüksek nitelikli ve yaratıcı işgücü yaratma ile ilgili hedefi, şu anda toplam işgücü içindeki oranı yaklaşık %30’larda olan bu kitlenin oranını 2010 yılına kadar %50’lere çıkarmak. Bu işgücünü oluşturacak insanlar; yüksek nitelikli ve esnek yapıda olmanın yanında, sürekli gelişim için yaşam boyu eğitime de ihtiyaç duyacaklar. Böyle bir dönüşümü amaçlayan AB ülkeleri, mevcut değişim uygulamalarını bu hızla sürdürdüğünde, 2050 yılında bir ABD vatandaşı Avrupa vatandaşından en az 3 kere daha fazla bir zenginliğe sahip olabilecek Ülkemiz açısından da değerlendirilmesi gereken bu noktanın irdelenmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur.
NELER YAPILABİLİR?
Yukarıda bahsettiğimiz dönüşüm, yeni Avrupa’nın inşa edilmesinde kilit önemde bir rol oynamaktadır. Görevdeki hükümetlerin birinci önceliği haline gelen yüksek öğretim sistemindeki ana değişim Bologna süreci ile başladı. 2010 yılına kadar 700.000 ek araştırmacıya ihtiyaç duyacak olan AB ülkelerinin, bunu kendi olanakları ile kendi içlerinden sağlaması olanaksız görünmekte. Bir taraftan ABD, diğer taraftan Çin ve Hindistan gibi gelişmekte olan ülkelerin de benzer ihtiyaçları olması, teknolojinin getirdiği olanaklarla birleşince bu durumu bir rekabet alanı haline getirmektedir.
Örneğin, İngiltere doktora öğrencilerinin %40’ını yabancı öğrencilerden seçen bir model uygulamakta. Bu yaklaşım, diğer AB ülkelerine de örnek gösteriliyor. Ülkemiz için de benzer bir durum daha fazla fırsat penceresi açabilecek gibi görünüyor.
Türk-Amerikan Bilimadamları ve Akademisyenleri Birliği (TASSA), geçen ay içinde yaptığı toplantıda 15.000 civarında bilim insanı ve araştırmacının ABD’de yaşadığını ve çalıştığını açıkladı. Benzer bir durum, sayısı çok fazla olmasa da, Avrupa’daki Türk Akademisyenleri Birliği için de geçerlidir ve yapılacak çok yönlü bir stratejik işbirliği çok önemli potansiyeli ortaya çıkarabilecektir.
Tüm ülkelerdeki üniversiteler, bu duruma göre eğitim ve araştırmalarındaki stratejik yönelimlerini belirlemekte. Birçok AB ülkesinde de, ülkemizdeki gibi, üniversitelerin çoğunluğu devlet kaynaklarını kullanıyor. Ancak, üniversitelerin bu kaynaklardan ürettikleri ölçüsünde yararlanmaları yönünde bir yaklaşım önemini artırarak sürdürmekte ve böyle bir yaklaşım, üniversitelerin araştırma ve eğitim üniversiteleri olarak sınıflandırılmalarını ve değerlendirilmelerini kamu yönetimi açısından da gerektirmektedir.
SİYASAL YAPI VE KAMU YÖNETİMİNİN ETKİLERİ
Öte yandan tüm bu değişimlerin “mikro değişim” sorunu olmadığı, başta teknolojik olmak üzere siyasi, ekonomik ve kültürel “makro değişim” sonucunda değişim ve dönüşümlerin gerçekleştirildiği öne sürülmekte. Bunlardan teknolojik etkenlerin sınıf içinde ve öğretim yöntemlerinde ne gibi büyük ve önlenemez etkilerinin olduğu çok açık.
Yer ve zaman kısıtlamalarının ortadan kalkmasında büyük rol oynayan teknolojik gelişmeler, gerçekleri görmek açısından da bütüncül bir yaklaşımı zorunlu kılıyor. Örneğin, insanın algılamalarına, düşüncelerine, beynin işleyişine, bilinç ve duygusal fonksiyonlara yeni ufuklar açan teknolojik gelişmeleri, OECD’nin etkileyici yayını Understanding the Brain: The Birth of a Learning Science adlı eser geniş biçimde ele alıp incelemektedir. Bunlar, öğrenmede yeni ufuklar açmakta ve eğitim, öğretim boyutunu hızla değiştirmekte.
Ancak, makro değişim faktörlerinin üniversite yapılanmaları üzerindeki etkilerinin neler olabileceği incelenmesine karşın, günümüze kadar pek de ön plana çıkartılmadığını görüyoruz. Daha çok üniversite iç değişkenlerinden olan, hesap verilebilirlik, saydamlık, yönetişim, özerklik ve akademik özgürlük gibi iç dinamikler üzerine tartışıldığını görüyoruz.
European Science Foundation, Eylül 2007’de yüksek öğretim ile ilgili çalışmaları içeren makalelerden oluşan bir yayın gerçekleştirdi. Bu çalışmada, kamu yönetimlerinde üç temel açılımla karşılaşıldığı açıklanırken, bunların yüksek öğretim üzerindeki olası etkileri inceleniyor. Bu açılımlar:
ÜÇ TEMEL AÇILIM
1. Yeni Kamu Yönetimi: Thaetcher yönetiminin 1980’lerde İngiltere’de başlattığı ve İsveç, Yeni Zelanda gibi ülkelerde de yankılandığını gördüğümüz bir bakış ve yaklaşım. Sadece İngiltere’ye özgün olma durumundan çıktığı ve ülkemiz de dahil birçok ülkenin uygulamalarını etkilediği çok açık olan bir yönelim. Burada katı planlar yerine piyasaya yönelimli, performans ölçümlerine dayanan, girişimci ruhlu ve yetkilendirilmiş yönetim anlayışını benimseyen bir yapılanmadan söz edilebilir. Hollanda bu yapılanma ve yönelimden etkilenen ülkelerden biri. Bir diğeri ise Norveç ve “Kalite Reformu” uygulaması ile bu yönelimin belirtilerini göstermektedir.
2. Ağ Biçiminde Yönetim: Bu açılım ve söyleme olumlu bakanlar, bunu birinci gruptaki söylemlerin yeni bir türü olarak algılayıp tanımlamaktadır. İngiltere’de Blair’in “Üçüncü Yol”u ile bağlantılı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Dikey yönetimden yatay yönetime doğru bir yöneliş sözkonusudur. Otorite, dayatmacı olmaktan çok yöneltici, kolaylaştırıcı olmaya dönük rol üstlenmektedir. Hükümetle ve değişik paydaşlarla ilişkilere önem verilir. Bu söylem ve açılımlardan İngiltere dışında, Fransa ve Almanya yüksek öğretim sisteminin de etkilendiği söylenebilir.
3. Yeni Weber’ci Açılımlar: Sürekli gündemde olan yapısal reformların içinde, demokratik yapılanmayı yeniden canlandırma ilkelerinin gerçekleştirilmesine yönelik söylemler ve anlatıları içeren yaklaşımdır. Fransa ve Almanya gibi ülkelerdeki bürokratik içe bakış, prosedürleri gereğinden fazla önemseme, akılcılığın yerini zaman içinde bu özelliklerin alması sonucu ortaya çıkan yeni bir söylemdir. Bu yaklaşımda, devlet yönlendirmeye ve yöneltmeye daha fazla etkili olma anlayışı baskındır. İçe kapanıklıktan dışa dönüklülüğe, yasaların çağdaşlaştırılması ile sonuçların daha önemli hale gelmesine, temsili demokrasi yerine yurttaşlarla daha çeşitli araçlarla bağlantılar kurulmasına yönelme bu açılımın özünü oluşturmakta.
Hemen fark edileceği gibi, sözü edilen üç yaklaşımın ya da açılımın sınırları net değildir. Her zaman bunların bir karması uygulanabilir. Diğer taraftan, bunlardan birinin diğerine göre önemi, ülkelere ve zamana göre farklılıklar gösterebilmektedir.
Avrupalılaşma sürecinde bu üç açılımın birbiriyle bağlantılı olarak ve bir bütün içinde düşünülerek, hangi ülkelerde nasıl ve hangi biçimleri alıyor sorusu ülkemiz açısından önem taşımaktadır.
İkinci önemli konu da, bir uluslararası ağ biçiminde bölgesel yapılarda iki ya da daha fazla kurumun ortak programlar ve dereceler sunmasıdır. Küresel şirketler gibi küresel üniversitelerin ortaya çıkması, ulusal kamusal denetiminin bunlar için nasıl işleyeceği ve seçilmiş hükümetleri bu oluşumların, açılımların nasıl etkileyecekleri gibi soruları ortaya çıkarmaktadır.
ÇEŞİTLİLİK VE REKABET
Makro gelişmelerin en önemli etkilerinden biri de küreselleşme ve çeşitlilik konularında kendini gösterdi. Avrupa, 1960’lardan 80’lere kadar “çeşitlilik” ile “bütünleşik” yapılanmalar arasında gitti geldi denilebilir. Bu alanda üç aşama geçirdi Avrupa üniversite sistemi. Bunlardan birincisi, 1960’lardan 1970’lerin sonuna kadar, yüksek öğretim kurumları ve programları ile ilgili “çeşitlilik” arayışı ve uygulamasıdır.
İkinci aşama, 1970’lerin ortasından 1990’ların ortasına kadar gelen “dikey çeşitlilik” üzerine odaklanmadır. Bireysel olarak kurumlar, onların alt kurumları gibi konular ön plandadır. Son aşama ise, 1990’lardan günümüze kadar gelen ve küreselleşme ve Avrupalılık üzerine odaklaşan rekabetçiliğe (ulusal, bölgesel, küresel) açık aşamadır. Üniversiteler arasındaki sıralamaları ve sınıflandırmaları içeren her boyuttaki açıklamalar büyük yankılar yaratarak sürüyor.
Yüksek öğretim alanında yapılması düşünülen yeni düzenlemelerin bu bakış açısını da içerecek biçimde stratejik bir yapılanmaya dayalı olması ve bu konuda her türlü ortak işbirliğini gerçekleştirmek kaçınılmaz bir zorunluluk gibi görünüyor.
(http://yavuzodabasi.blogspot.com)